mütefavit. Hâdisat-ı ahkâmı müteaddid, mütegayir. Muhtelif, mütefarik nüzulünün ezmanı.
Hâlât-ı telakkisi mütenevvi', mütehalif. Aksam-ı muhatabı müteaddid, mütebaid. Gayat-ı irşadında mütederric, mütefavit. Şu esaslara müstenid binaı, hem beyanı,
Cevabı, hem hitabı. Bununla da beraber selaset ve selâmet, tenasüb ve tesanüd, kemalini göstermiş; işte onun şahidi: Fenn-i Beyan, Maânî.
Kur'anda bir hâssa var; başka kelâmda yoktur. Bir kelâmı işitsen, asıl sahib-i kelâmı arkasında görürsün, ya içinde bulursun. Üslûb: Âyine-i insanî.
Ey sâil-i misalî! Sen ki îcaz istedin, ben de işaret ettim. Eğer tafsil istersen, haddimin haricinde! Sinek seyretmez âsumanı.
Zira o kırk enva'-ı i'cazından yalnız bir tekini ki, cezalet-i nazmıdır; İşarat-ül İ'caz'da sıkışmadı tibyanı.
Yüz sahife tefsirim ona kâfi gelmedi. Senin gibi ruhanî ilhamları ziyade. Ben istiyorum senden tafsil ile beyanı!
Ulaşmaz Dest-i edeb-i garb-ı hevesbar-ı hevâkâr-ı dehâdar
De'b-i edeb, ebed-müddet. Kur'an-ı ziyabar-ı şifakâr-ı hüdâdar.
Kâmilîn insanların zevk-i maâlîsini hoşnud eden bir halet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez,
Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvanî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez.
Avrupa'dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvari nazarla Kur'anda olan letaif-i ulviyet, mezaya-yı haşmeti göremez, hem tadamaz.
Kendindeki mihenki ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelan; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz:
Ya aşkla hüsündür, ya hamaset ve şehamet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabanî edebse hamaset noktasında hakperestliği etmez.
Belki zalim beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında, aşk-ı hakikî bilmez.
Hâlât-ı telakkisi mütenevvi', mütehalif. Aksam-ı muhatabı müteaddid, mütebaid. Gayat-ı irşadında mütederric, mütefavit. Şu esaslara müstenid binaı, hem beyanı,
Cevabı, hem hitabı. Bununla da beraber selaset ve selâmet, tenasüb ve tesanüd, kemalini göstermiş; işte onun şahidi: Fenn-i Beyan, Maânî.
Kur'anda bir hâssa var; başka kelâmda yoktur. Bir kelâmı işitsen, asıl sahib-i kelâmı arkasında görürsün, ya içinde bulursun. Üslûb: Âyine-i insanî.
Ey sâil-i misalî! Sen ki îcaz istedin, ben de işaret ettim. Eğer tafsil istersen, haddimin haricinde! Sinek seyretmez âsumanı.
Zira o kırk enva'-ı i'cazından yalnız bir tekini ki, cezalet-i nazmıdır; İşarat-ül İ'caz'da sıkışmadı tibyanı.
Yüz sahife tefsirim ona kâfi gelmedi. Senin gibi ruhanî ilhamları ziyade. Ben istiyorum senden tafsil ile beyanı!
Ulaşmaz Dest-i edeb-i garb-ı hevesbar-ı hevâkâr-ı dehâdar
De'b-i edeb, ebed-müddet. Kur'an-ı ziyabar-ı şifakâr-ı hüdâdar.
Kâmilîn insanların zevk-i maâlîsini hoşnud eden bir halet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez,
Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvanî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez.
Avrupa'dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvari nazarla Kur'anda olan letaif-i ulviyet, mezaya-yı haşmeti göremez, hem tadamaz.
Kendindeki mihenki ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelan; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz:
Ya aşkla hüsündür, ya hamaset ve şehamet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabanî edebse hamaset noktasında hakperestliği etmez.
Belki zalim beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında, aşk-ı hakikî bilmez.
Yükleniyor...