mukabele edemez, affolur. Ve Cenab-ı Hak onun ibadetine muhtaç değildir. Ancak Allâm-ül Guyub'un ilmindeki bir hikmet içindir.

Cümlelerin arasındaki irtibata geldik:

وَ اِذْ

: Bu kelime,

وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ

cümlesine atıftır. Halbuki aralarında münasebet olmadığı gibi

اِذْ

, diğer bir

اِذْ

i iktiza eder. Binaenaleyh böyle bir takdire lüzum vardır:

اِذْ خَلَقَ مَا خَلَقَ مُنْتَظَمًا وَ اِذْ قَالَ رَبُّكَ

ilââhir... Bu takdirde, ikinci

اِذْ

birincisine atf olur ve her iki cümle arasında da münasebet bulunur.

اِنّ۪ى جَاعِلٌ فِى الْاَرْضِ خَل۪يفَةً

: Cenab-ı Hak müşavere yolunu öğretmek ile beşerin hilafetindeki hikmetin sırrını melaikeye istifsar ettirmek üzere bu cümleyi söyledi. Sâmiin zihni, üç noktayı nazara alarak harekete geçti: 1- Melaike ne dediler? 2- Taaccüble hikmeti sordular. 3- Cinlere halife olmakla beraber, beşerde de kuvve-i gazabiye ve şeheviye halkedilmiştir. Bunlar, cinlerden daha ziyade fesad yapacaklardır. İşte Kur'an-ı Kerim

قَالُٓوا اَتَجْعَلُ ف۪يهَا مَنْ يُفْسِدُ ف۪يهَا وَ يَسْفِكُ الدِّمَٓاءَ

cümlesiyle o üç noktaya işaret etmiştir. Melaikenin sual-i taaccüb ve istifsarları bittikten sonra, sâmi', Cenab-ı Hak'tan verilecek cevabı beklerken Kur'an-ı Kerim

قَالَ اِنّ۪ٓى اَعْلَمُ مَالَا تَعْلَمُونَ

cümlesiyle cevab vermiştir. Yani "Eşya ve ahkâm, sizin malûmatınıza münhasır değildir. Adem-i ilminiz, onların vücuda gelmeyeceklerine sebeb olamaz. Benim, beşerin hilkati hakkında bir hikmetim vardır; o hikmetin hatırası için, fesadlarını nazara almam." ferman etmiştir.

Cümlelerin heyet ve nüktelerine geldik:

وَ اِذْ قَالَ رَبُّكَ

ilââhir...: Atfı ifade eden bu "vav", münasebet-i atfiyenin iktizasına binaen

وَ اِذْ قَالَ رَبُّكَ

ilââhir cümlesine ma'tufun aleyh olmak üzere

اِذْ خَلَقَ مَا خَلَقَ مُنْتَظَمًا

cümlesinin takdirine işarettir.

Yükleniyor...