Birinci Tarîk:
Arab kavmi maarifsiz, bedevi bir millet idi. Muhitleri de, onlar gibi bedevi bir muhit idi. Divanları, şiir idi. Yani medar-ı iftihar olan hallerini, şiir ile kayd u muhafaza ederlerdi. İlimleri, belâgat idi. Medar-ı iftiharları, fesahat idi. Sair kavimlerden fazla bir zekâya mâlik idiler. Başka insanlara nisbeten cevval fikirleri vardı. İşte Arab kavmi böyle bir vaziyette iken ve zihinleri de bahar çiçekleri gibi yeni yeni açılmaya başlarken, birdenbire Kur'an-ı Azîmüşşan yüksek belâgatıyla, hârika fesahatıyla mele-i a'lâdan yeryüzüne indi. Arabların medar-ı iftiharları ve timsal-i belâgatları olan ve bilhâssa Kâ'be duvarında teşhir edilmek üzere altun suyu ile yazılmış "Muallakat-ı Seb'a" ünvanıyla anılan en meşhur ediblerin en belig ve en fasih eserlerini iftihar listesinden sildirtti. Maahâza Hazret-i Muhammed (A.S.M.), Kur'anla muarazaya ve Kur'ana bir nazire yapılmasına onları şiddetle davet etmekten geri durmuyordu, damarlarına dokunduruyordu, techil ve terzil ediyordu. O hazretin yaptığı böyle şiddetli hücumlara karşı, o ümera-i belâgat ve hükkâm-ı fesahat ünvanıyla anılan Arab edibleri, bir kelime ile dahi mukabelede bulunamadılar. Halbuki kibr ü azametleri, enaniyetleri ve göklere kadar çıkan gururları iktizasınca, gece-gündüz çalışıp Kur'ana bir nazire yapmalı idiler ki, âleme karşı rezil ü rüsvay olmasınlar. Demek bu mes'elenin uhdesinden gelemediklerinden, yani Kur'anın bir benzerini yapmaktan âciz kaldıklarından, sükûta mecbur olmuşlardır. İşte onların bu ızdırarî sükûtları aczlerini meydana çıkardı. Ve bunların aczlerinden de, i'caz-ı Kur'anın güneşi tulû' etmiştir.
İkinci Tarîk:
Kelâmların hâsiyetlerini, kıymetlerini, meziyetlerini bilip altunlarını bakırından tefrik eden bütün ehl-i tahkikten, tedkikten, tenkidden, dost ve düşmanlar tarafından Kur'an-ı Kerim sure sure, âyet âyet, kelime kelime mihenk taşına vurularak, altundan maada bir bakır eseri görülmemiştir. Bu ağır imtihandan sonra, Kur'an-ı Azîmüşşan'ın ihtiva ettiği mezaya, letaif, hakaikin hiçbir beşer kelâmında bulunmadığına şehadet etmişlerdir. Onların sıdk-ı şehadetleri şöylece isbat edilebilir: Kur'anın insan âleminde yaptığı büyük inkılab ve tebeddül; ve şark ve garbı içine alan tesis ettiği din, diyanet; ve zamanın geçmesiyle gençlik ve şebabiyetini ve tekerrür ettikçe halâvetini muhafaza etmesi gibi hârika halleri,
اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْىٌ يُوحٰى
âyetini okuyup ilân ediyorlar.
Üçüncü Tarîk:
Belâgat imamlarından meşhur Cahız'ın tahkikatına göre: Arab edib ve beliglerinin Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın davasını kalem ile ibtal etmeye, tarife gelmez derecede ihtiyaçları vardı. Ve o hazrete karşı olan kin, adavet ve inadlarıyla beraber;
Arab kavmi maarifsiz, bedevi bir millet idi. Muhitleri de, onlar gibi bedevi bir muhit idi. Divanları, şiir idi. Yani medar-ı iftihar olan hallerini, şiir ile kayd u muhafaza ederlerdi. İlimleri, belâgat idi. Medar-ı iftiharları, fesahat idi. Sair kavimlerden fazla bir zekâya mâlik idiler. Başka insanlara nisbeten cevval fikirleri vardı. İşte Arab kavmi böyle bir vaziyette iken ve zihinleri de bahar çiçekleri gibi yeni yeni açılmaya başlarken, birdenbire Kur'an-ı Azîmüşşan yüksek belâgatıyla, hârika fesahatıyla mele-i a'lâdan yeryüzüne indi. Arabların medar-ı iftiharları ve timsal-i belâgatları olan ve bilhâssa Kâ'be duvarında teşhir edilmek üzere altun suyu ile yazılmış "Muallakat-ı Seb'a" ünvanıyla anılan en meşhur ediblerin en belig ve en fasih eserlerini iftihar listesinden sildirtti. Maahâza Hazret-i Muhammed (A.S.M.), Kur'anla muarazaya ve Kur'ana bir nazire yapılmasına onları şiddetle davet etmekten geri durmuyordu, damarlarına dokunduruyordu, techil ve terzil ediyordu. O hazretin yaptığı böyle şiddetli hücumlara karşı, o ümera-i belâgat ve hükkâm-ı fesahat ünvanıyla anılan Arab edibleri, bir kelime ile dahi mukabelede bulunamadılar. Halbuki kibr ü azametleri, enaniyetleri ve göklere kadar çıkan gururları iktizasınca, gece-gündüz çalışıp Kur'ana bir nazire yapmalı idiler ki, âleme karşı rezil ü rüsvay olmasınlar. Demek bu mes'elenin uhdesinden gelemediklerinden, yani Kur'anın bir benzerini yapmaktan âciz kaldıklarından, sükûta mecbur olmuşlardır. İşte onların bu ızdırarî sükûtları aczlerini meydana çıkardı. Ve bunların aczlerinden de, i'caz-ı Kur'anın güneşi tulû' etmiştir.
İkinci Tarîk:
Kelâmların hâsiyetlerini, kıymetlerini, meziyetlerini bilip altunlarını bakırından tefrik eden bütün ehl-i tahkikten, tedkikten, tenkidden, dost ve düşmanlar tarafından Kur'an-ı Kerim sure sure, âyet âyet, kelime kelime mihenk taşına vurularak, altundan maada bir bakır eseri görülmemiştir. Bu ağır imtihandan sonra, Kur'an-ı Azîmüşşan'ın ihtiva ettiği mezaya, letaif, hakaikin hiçbir beşer kelâmında bulunmadığına şehadet etmişlerdir. Onların sıdk-ı şehadetleri şöylece isbat edilebilir: Kur'anın insan âleminde yaptığı büyük inkılab ve tebeddül; ve şark ve garbı içine alan tesis ettiği din, diyanet; ve zamanın geçmesiyle gençlik ve şebabiyetini ve tekerrür ettikçe halâvetini muhafaza etmesi gibi hârika halleri,
اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْىٌ يُوحٰى
âyetini okuyup ilân ediyorlar.
Üçüncü Tarîk:
Belâgat imamlarından meşhur Cahız'ın tahkikatına göre: Arab edib ve beliglerinin Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın davasını kalem ile ibtal etmeye, tarife gelmez derecede ihtiyaçları vardı. Ve o hazrete karşı olan kin, adavet ve inadlarıyla beraber;
Yükleniyor...