Bu hakikatın sırrı şudur ki: Nefyedenlerin davaları sureten bir iken, müteaddiddir; birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. İsbat edicilerin davaları ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alır. Çünki: Gökteki Hilal-i Ramazanı görmeyen der ki: “Benim nazarımda Ay yoktur; benim yanımda görünmüyor.” Başkası da, “Nazarımda yoktur.” der. Daha başkası da öyle der. Herbiri kendi nazarında “yoktur” der. Herbirinin nazarları ayrı ayrı ve nazara perde olan esbab dahi ayrı ayrı olabildiği için, davaları da ayrı ayrı olur; birbirine kuvvet veremez. Fakat isbat edenler demiyor ki: “Benim nazarımda ve gözümde Hilal var.” Belki “Nefs-ül emirde, göğün yüzünde Hilal vardır, görünür” der. Görenler bütün aynı davayı; “nefs-ül emirde vardır” der. Demek bütün davaları birdir.
Nefyedenlerin nazarları ayrı ayrı olduğundan, davaları da ayrı ayrı olur. Nefs-ül emre hükmedemiyorlar. Çünki nefs-ül emirde nefiy isbat edilmez. Çünki ihata lâzımdır
وَ الْعَدَمُ الْمُطْلَقُ لَا يُثْبَتُ اِلَّا بِمُشْكِلَاةٍ
عَظِيمَةٍص
bir kaide-i usuldür. Evet birşeyi
Arabî asılda: “Meselâ gökyüzü bulutla kaplı olduğu bir vakitte; güneşi görmek için başımızı kaldırdık. Bütün memleket ahalisi güneşi göremedi. Ancak çok az bir grup görebildi. O durumda sen desen ki: “Nefyedenler mütevatirdirler. Onu görenler ise, ekall-i kalildir. Çok olanlara ittiba’ etmek evladır. ” İşte acaba senin bu hükmün, (hakikatta) kabule şayan görülür mü?!. Kella!”
dünyada var desen, yalnız o şeyi göstermek kâfi gelir. Eğer yok deyip nefyetsen, bütün dünyayı eleyip
____________________________________
Yükleniyor...