وَلَئِنْ سَاَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللّٰهُۜ قُلْ اَفَرَاَيْتُمْ مَا تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اِنْ اَرَادَنِىَ اللّٰهُ بِضُرٍّ هَلْ هُنَّ كَاشِفَاتُ ضُرِّه۪ٓ اَوْ اَرَادَن۪ى بِرَحْمَةٍ هَلْ هُنَّ مُمْسِكَاتُ رَحْمَتِه۪ۜ قُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُۜ عَلَيْهِ يَتَوَكَّلُ الْمُتَوَكِّلُونَ﴿٨٣﴾

38. Andolsun, eğer onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, elbette “Allah” derler. De ki: “Allah’tan başka taptıklarınızı gördünüz mü, eğer Allah bana bir zarar vermek isterse, onlar O’nun zararını giderebilirler mi? Yahut bana bir rahmet dilerse, onlar O’nun rahmetini tutarlar mı?” De ki: “Allah bana yeter. Tevekkül edenler yalnız O’na tevekkül etsinler.”

{“... Kur’an-ı Hakîm; hilkat-ı arz ve semâvatı, vahdâniyete bedâhet derecesinde bir bürhan gösteriyor ki, ister istemez zîşuur olan her adam, hilkat-ı arz ve semâvatta bizzarure Hâlık-ı Zülcelâlini tasdik etmeğe mecburdur ki,

لَيَقُو لُنَّ اللهُ

der...”

“Semâvat ve arzı böyle muntazam halkeden bir Kadîr-i Mutlak’ın, elbette devair-i masnuatından olan Manzume-i Şemsiyye bilbedâhe O’nun kabza-i tasarrufundadır. Madem O Kadîr-i Mutlak, Şemsi seyyaratıyla kabza-i tasarrufunda tutuyor ve tanzîm ve teshîr ve tedvîr ediyor. Elbette o Manzume-i Şemsiyye’nin bir cüz’ü ve Şems ile bağlanan küre-i arz dahi kabza-i tasarrufunda ve tedbir ve tedvirindedir. Madem küre-i arz, kabza-i tasarrufunda ve tedbir ve tedvirindedir; bilbedahe arzın yüzünde yazılan ve icad edilen ve yerin meyveleri ve gayatı hükmünde olan masnûat dahi, O’nun kabza-i Rububiyyetinde ve terbiyesindedir.” (S., Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf, Birinci Maksad, s.605)

“İnsan zaîftir; belâlaları çok. Fakirdir, ihtiyacı pek ziyade. Âcizdir, hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelal’e dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azab içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar. Ya sarhoş veya canavar eder.” (S., Altıncı Söz, s.28)

“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder. Fakat yanlış anlama. Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbâbı, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-i fiilî telakki ederek; müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Hak’tan istemek ve neticeleri ondan bilmek ve O’na minnettar olmaktan ibarettir.” (S., Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas, Üçüncü Nokta, s.314. Ayrıca bk. S., Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf, s.635)}


قُلْ يَا قَوْمِ اعْمَلُوا عَلٰى مَكَانَتِكُمْ اِنّ۪ى عَامِلٌۚ فَسَوْفَ تَعْلَمُونَۙ﴿٩٣﴾

مَنْ يَاْت۪يهِ عَذَابٌ يُخْز۪يهِ وَيَحِلُّ عَلَيْهِ عَذَابٌ مُق۪يمٌ﴿٠٤﴾

39, 40. De ki: “Ey kavmim! Durumunuza göre amel edin; şüphesiz ben de ediyorum. Kendisini perişan eden azap kime gelecek ve sürekli azap kimin üzerine inecek? İleride bileceksiniz."

قُلْ يَا عِبَادِىَ الَّذ۪ينَ اَسْرَفُوا عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ لَاتَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَم۪يعًاۜ اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّح۪يمُ﴿٣٥﴾

53. De ki: “Ey (kendi) nefislerine karşı haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir."

{“Arkadaş! Amele ve tâate muvaffak olamayan azabdan korkar, yeise düşer. Böyle bir me’yusun gözüne, dinî mes’elelere münafî edna ve zayıf bir emare, kocaman bir bürhan görünür. Böyle birkaç emareyi elde eder etmez, diğer emarelerin saikasıyla ilân-ı isyan ederek İslâm dairesinden çıkar, şeytanın ordusuna iltihak eder. Binaenaleyh a’mâle muvaffak olamayanlar, ye’se düşmemek için şu âyete müracaat etsin.” (MN., Katre, Hatime, s.65. Ayrıca bk. EL-I., s.58; Mnz., Zindan-ı Atalete Düştüğümüzün Sebebi Nedir?; HŞ., İkinci Kelime, s.43)}

وَاَن۪يبُٓوا اِلٰى رَبِّكُمْ وَاَسْلِمُوا لَهُ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَاْتِيَكُمُ الْعَذَابُ ثُمَّ لَاتُنْصَرُونَ﴿٤٥﴾

54. Rabbinize dönün ve size azap gelmeden önce, O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez.

اَللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَىْءٍۘ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ وَك۪يلٌ﴿٢٦﴾

62. Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeyin üzerinde vekîldir.

{“Kâinatta, ‘esbab ve müsebbabat’ görünen eşyaya bakıyoruz ve görüyoruz ki: En âlâ bir sebeb, en âdi bir müsebbebe kuvveti yetmiyor. Demek esbab bir perdedir, müsebbebleri yapan başkadır. Meselâ; hadsiz masnûattan yalnız cüz’î bir misal olarak insan başı içinde bir hardal küçüklüğünde bir yerde yerleştirilen kuvve-i hâfızaya bakıyoruz. Görüyoruz ki: Öyle bir câmi’ kitab belki kütübhane hükmündedir ki, bütün sergüzeşt-i hayatı, içinde karıştırılmaksızın yazılıyor.”

“Acaba şu mu’cize-i kudrete hangi sebeb gösterilebilir? Telâfif-i dimağiye mi? Basit, şuursuz hüceyrat zerreleri mi? Tesadüf rüzgârları mı? Halbuki o mu’cize-i san’at, öyle bir zâtın san’atı olabilir ki; beşerin haşirde neşredilecek büyük defter-i a’mâlinden muhasebe vaktinde hatıra getirilecek ve işlediği her fiilleri yazıldığını bildirmek için bir küçük sened istinsah edip, yazıp aklının eline verecek bir Sâni’-i Hakîm’in san’atı olabilir.” (S., Otuz Üçüncü Söz, Yirmi Yedinci Pencere, s.679)

“Demek bütün semâvatın Rabbı olmayan, birtek insanın sîmasındaki alâmet-i fârika olan nakş-ı sîmâîyi yapamaz.” (S., Otuz Üçüncü Söz, Yirmi Sekizinci Pencere, s.682. Ayrıca bk. S., Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam, s.292; NİK., On Dördüncü Ders, s.107)}


لَهُ مَقَال۪يدُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِاٰيَاتِ اللّٰهِ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ۟﴿٣٦﴾

63. Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur. Allah’ın âyetlerini inkar edenler, işte onlar ziyan edenlerin tâ kendileridir.

{“Şu kâinattaki ecrâm-ı semâviyenin kıyamları, devamları, bekaları; sırr-ı Kayyumiyetle bağlıdır. Eğer o cilve-i Kayyûmiyet bir dakikada yüzünü çevirse, bir kısmı Küre-i Arz’dan bin defa büyük milyonlarla küreler, feza-yı gayr-ı mütenahî boşluğunda dağılacak, birbirine çarpacak, ademe dökülecekler. (…) Evet, bir zîhayatın cesedindeki zerrelerin herbir âzaya mahsus bir heyet ile küme küme toplanıp dağılmadıkları ve sel gibi akan unsurların fırtınaları içinde vaziyetlerini muhafaza edip dağılmamaları ve muntazaman durmaları, bilbedahe kendi kendilerinden olmayıp, belki sırr-ı Kayyûmiyetle olduğundan; herbir cesed muntazam bir tabur, herbir nevi muntazam bir ordu hükmünde olarak bütün zîhayat ve mürekkebatın zemin yüzünde ve yıldızların feza âleminde durmaları ve gezmeleri gibi, bu zerreler dahi hadsiz dilleriyle sırr-ı Kayyûmiyeti ilân ederler.” (L., Otuzuncu Lem’a, Altıncı Nükte, İkinci Şua,, s.344)}

قُلْ اَفَغَيْرَ اللّٰهِ تَاْمُرُٓونّ۪ٓى اَعْبُدُ اَيُّهَا الْجَاهِلُونَ﴿٤٦﴾

64. De ki: “Ey cahiller! Bana, Allah’tan başkasına mı ibadet etmemi emrediyorsunuz?”

وَلَقَدْ اُو۫حِىَ اِلَيْكَ وَاِلَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِكَۚ لَئِنْ اَشْرَكْتَ لَيَحْبَطَنَّ عَمَلُكَ وَلَتَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ﴿٥٦﴾

65. (Ey Muhammed!) Andolsun, gerçekten sana ve senden önceki (peygamber)lere şöyle vahyedilmiştir: “Andolsun, eğer şirk koşarsan, amelin elbette boşa gider ve sen de elbette ziyan edenlerden olursun.”

Yükleniyor...