تَنْز۪يلُ الْكِتَابِ مِنَ اللّٰهِ الْعَز۪يزِ الْحَك۪يمِ﴿١﴾

Kitabın indirilmesi mutlak galip, hikmet sahibi Allah’tandır.

{“Sure-i Zümer, Câsiye, Ahkaf’ın başlarındaki

تَنْزِيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللّهِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ

olan âyetler, (…) yekûnu bin üçyüz kırkiki (1342) ederek bu asrın şu tarihine nazar-ı dikkati celbetmekle beraber, Kur’anın tenziliyle çok alâkadar bir Nur’a parmak basıyor. Ve o tarihten az sonra Mu’cizat-ı Ahmediye (A.M.) Risalesi ve Yirminci ve Yirmidördüncü Mektublar gibi Risalet-ün Nur’un en nurani cüzleri meydan-ı intişara çıkmaları ve Kur’anın kırk vecihle i’cazını isbat eden Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesiyle haşre dair Onuncu Söz’ün ikisinin kırkikide intişarları ve kırkaltıda fevkalâde iştiharları aynı tarihte olması bir kuvvetli emaredir ki, bu âyet ona hususî bir iltifatı var.” (Ş., Birinci Şua, Yirmi Dördüncü Âyet ve Âyetler, s.713)}


اِنَّٓا اَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ فَاعْبُدِ اللّٰهَ مُخْلِصًا لَهُ الدّ۪ينَۜ﴿٢﴾

Şüphesiz biz kitabı sana hak ile indirdik; sen de dini O’na halis kılarak Allah’a ibadet et.

{“Ey âhiret kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’aniyede arkadaşlarım! Bilirsiniz ve biliniz: Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçı, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-ı hakikat, en makbul bir dua-yı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubûdiyet: İhlâsdır.”

“BİRİNCİ DÜSTURUNUZ: Amelinizde rızâ-i İlâhî olmalı. Eğer o razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını esas maksad yapmak gerektir.” (L., Yirmi Birinci Lem’a, s.159, 160)}


اَلَا لِلّٰهِ الدّ۪ينُ الْخَالِصُۜ وَالَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اَوْلِيَٓاءَۢ مَانَعْبُدُهُمْ اِلَّا لِيُقَرِّبُونَٓا اِلَى اللّٰهِ زُلْفٰىۜ اِنَّ اللّٰهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ ف۪ى مَاهُمْ ف۪يهِ يَخْتَلِفُونَۜ اِنَّ اللّٰهَ لَايَهْد۪ى مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ﴿٣﴾

Bilin ki, hâlis din, Allah’ındır. O’ndan başka dostlar edinenler “Biz onlara (putlara), ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.” derler. Şüphesiz Allah, ihtilaf ettikleri şeyde aralarında hükmeder. Şüphesiz Allah yalancı, gerçek kâfire hidayet etmez.

{“Teveccüh-ü nâs istenilmez; belki verilir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybeder, riyâya girer. Şan ve şeref arzusuyla teveccüh-ü nâs ise, ücret ve mükâfat değil, belki ihlâssızlık yüzünden gelen bir itab ve bir mücazattır. Evet, amel-i salihin hayatı olan ihlâsın zararına teveccüh-ü nâs ve şan ve şeref, kabir kapısına kadar muvakkat olan bir lezzet-i cüz'iyeye mukabil, kabrin öbür tarafında azâb-ı kabir gibi nâhoş bir şekil aldığından, teveccüh-ü nâsı arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak lazımdır.” (L., Yirminci Lem’a, Birinci Sebeb, Haşiye, s.149. Ayrıca bk. M., Yirmi Üçüncü Mektub, Yedinci Suâliniz, s.282)}

لَوْ اَرَادَ اللّٰهُ اَنْ يَتَّخِذَ وَلَدًا لَاصْطَفٰى مِمَّا يَخْلُقُ مَايَشَٓاءُۙ سُبْحَانَهُۜ هُوَ اللّٰهُ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ﴿٤﴾

Eğer Allah evlat edinmek isteseydi, yarattığı şeylerden dilediğini elbette seçerdi. O, münezzehtir. O; bir ve galip (gücü her şeye yeten) Allah’tır.

خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِالْحَقِّۚ يُكَوِّرُ الَّيْلَ عَلَى النَّهَارِ وَيُكَوِّرُ النَّهَارَ عَلَى الَّيْلِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَۜ كُلٌّ يَجْر۪ى لِاَجَلٍ مُسَمًّىۜ اَلَا هُوَ الْعَز۪يزُ الْغَفَّارُ﴿٥﴾

Gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine sarar, gündüzü de gecenin üzerine sarar. Güneşi ve ayı ram etti (hizmetinize verdi). Her biri belli bir süre için akar. Bilin ki O, mutlak galip, çok bağışlayıcıdır.

{“Sâni’-i âlem olan şu kâinatın ustası, iş başında olarak Şems ve Kamer’i hangi çekiç ile yerlerine çakıyorsa; aynı çekiç ile, aynı anda zerreleri yerlerine -meselâ zîhayatların gözbebeklerinde- yerleştiriyor. Semâvâtı hangi ölçü ile, hangi manevî âlet ile tertib edip açıyorsa; aynı anda, aynı tertib ile gözün perdelerini açar, yapar, tanzim eder, yerleştirir. Hem Sâni’-i Zülcelâl manevî kudretin hangi manevî çekici ile yıldızları göklere çakıyorsa, aynı o manevî çekiç ile, beşerin sîmasındaki hadsiz alâmet-i farika noktalarını ve zahirî ve bâtınî duygularını yerlerine nakşediyor.” (M., Yirmi Dokuzuncu Mektub, Birinci Kısım, Dördüncü Nükte, s.391)}

خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ ثُمَّ جَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَاَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ الْاَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ اَزْوَاجٍۜ يَخْلُقُكُمْ ف۪ى بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِنْ بَعْدِ خَلْقٍ ف۪ى ظُلُمَاتٍ ثَلٰثٍۜ ذٰلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمْ لَهُ الْمُلْكُۜ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ فَاَنّٰى تُصْرَفُونَ﴿٦﴾

Sizi tek bir nefisten (Âdem’ den) yarattı; sonra da ondan eşini meydana getirdi. Sizin için hayvanlardan sekiz çift indirdi. Sizi, analarınızın karınlarında üç karanlık içinde bir yaratmanın ardından bir yaratma ile yaratıyor. İşte Rabbiniz Allah budur! Mülk O’nundur! O’ndan başka İlah yoktur. Nasıl da (O’na ibadetten) çevriliyorsunuz!..

{“Evet, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyân Sûre-i Zümer’de ... demesiyle ifade ediyor ki: ‘Sekiz nevi hayvânât-ı mübârekeyi size hazine-i rahmetinden, güya Cennetten nimet olarak indirilmiş, gönderilmiş.’ Çünkü o mübârek hayvanlar, bütün cihetleriyle, bütün beşere nimet olduğundan, saçından bedevîlere seyyar hâneler, elbiseler, etinden güzel yemekler, sütünden güzel, leziz taamlar ve derilerinden pabuçlar ve saire, hattâ gübreleri mezrûâtın erzâkı ve insanların mahrûkàtı hükmünde olup, güya o mübârek hayvanlar, tecessüm etmiş ayn-ı nimet ve rahmettirler. Onun içindir ki, yağmura ‘rahmet’ nâmı verildiği gibi, bu mübârek hayvanlara da ‘en'âm’ nâmı verilmiş. Güya nasılki rahmet tecessüm etmiş, yağmur olmuş; öyle de nimet dahi tecessüm etmiş, keçi, koyun, öküz ile manda ve deve şekillerini almış...(OL., Yirmi Sekizinci Lem’a, s.619)

“Evet, meselâ mezkûr âyetlerin ferman ettikleri gibi; üç karanlık içinde bütün vâlidelerin erhamında insanların sûretlerini ayrı ayrı, mîzanlı, imtiyazlı, zînetli ve intizamlı olarak, hem şaşırmadan, yanlış etmeden, karıştırmadan basit bir maddeden açmak ve yaratmak olan fettahiyet ve umum rûy-i zeminde aynı kudret, aynı hikmet, aynı san’atla umum insanları ve hayvanları ve nebatları ihata eden bu feth-i suver hakikatı; vahdâniyetin en kuvvetli bir bürhanıdır. Çünki ihata etmek bir vahdettir; şirke yer bırakmaz.” (Ş., Yedinci Şua, İkinci Bab, Üçüncü Menzil, Birinci Hakikat, s.168)}


اِنْ تَكْفُرُوا فَاِنَّ اللّٰهَ غَنِىٌّ عَنْكُمْ وَلَا يَرْضٰى لِعِبَادِهِ الْكُفْرَۚ وَاِنْ تَشْكُرُوا يَرْضَهُ۬ لَكُمْۜ وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰىۜ ثُمَّ اِلٰى رَبِّكُمْ مَرْجِعُكُمْ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَۜ اِنَّهُ عَل۪يمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ﴿٧﴾

Eğer küfrederseniz (inkâr ederseniz), şüphesiz Allah sizden müstağnidir (size muhtaç değildir). Kulları için küfre razı olmaz. Eğer şükrederseniz, sizin için buna razı olur. Bir günahkâr başkasının günahını taşımaz. Sonra dönüşünüz Rabbinizedir. Size yaptıklarınızı haber verir. Şüphesiz O, göğüslerin sahibini (içindekileri) hakkıyle bilendir.

{(bk. Fâtır Sûresi 18. âyet açıklaması, s.79)}


Yükleniyor...