وَمَنْ كَانَ ف۪ى هٰذِه۪ٓ اَعْمٰى فَهُوَ فِى اْلاٰخِرَةِ اَعْمٰى وَاَضَلُّ سَب۪يلاً﴿٢٧﴾

72. Bu dünyada kör olan kimse, ahirette de kördür; üstelik iyice yolunu şaşırmıştır.

{“Göz, Allah hesabına istimal edilse, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalâcısı ve şu müzeyyen mevcudatın bir seyircisi ve şu masnuatın çiçeklerinin bir arısı olarak ibret ve mârifet ve muhabbet şehdinden yani balından nur-u şehadeti kalbe akıtıyor. Eğer nefis hesabına istimal edilse; zâil, fâni bazı mehasini seyretmekle, heves ve şehvetin âdi bir hizmetkârı olur.(...) Bu münevver hüda ile, şu müzevver dehânın mâbeynlerindeki farkı gör; tâ kör olmayasın.” (NİK., Birinci Ders, s.11)}

اَقِمِ الصَّلٰوةَ لِدُلُوكِ الشَّمْسِ اِلٰى غَسَقِ الَّيْلِ وَقُرْاٰنَ الْفَجْرِۜ اِنَّ قُرْاٰنَ الْفَجْرِ كَانَ مَشْهُودًا﴿٨٧﴾

78. Güneşin zevalinden gecenin karanlığına kadar namaz kıl ve sabah okumasını / namazını da. Şüphesiz sabah namazı / okuması (meleklerin hazır bulunduğu) şahitlidir.

وَمِنَ الَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِه۪ نَافِلَةً لَكَۗ عَسٰٓى اَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا﴿٩٧﴾

79. Geceden de onunla (Kur’anla) teheccüd kıl. Olur ki Rabbin, seni övülen bir makama çıkarır.

{“İstenilen şey, meselâ, Makam-ı Mahmud, bir uçtur. Pek büyük ve binler Makam-ı Mahmud gibi mühim hakikatleri ihtiva eden bir hakikat-ı âzamın bir dalıdır. Ve hilkat-i kâinatın en büyük neticesinin bir meyvesidir. Ve ucu ve dalı ve o meyveyi dua ile istemek ise, dolayısıyla o hakikat-i umumiye-i uzmânın tahakkukunu ve vücut bulmasını ve o şecere-i hilkatin en büyük dalı olan âlem-i bâkinin gelmesini ve tahakkukunu ve kâinatın en büyük neticesi olan haşir ve kıyametin tahakkukunu ve dâr-ı saadetin açılmasını istemektir. (…)Hem Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma Makam-ı Mahmud verilmesi, umum ümmete şefaat-i kübrasına işarettir. Hem o, bütün ümmetinin saadetiyle alâkadardır. Onun için hadsiz salâvat ve rahmet dualarını bütün ümmetten istemesi ayn-ı hikmettir.” (Ş., Altıncı Şua, Üçüncü Cihet, s.97)}

وَقُلْ رَبِّ اَدْخِلْن۪ى مُدْخَلَ صِدْقٍ وَاَخْرِجْن۪ى مُخْرَجَ صِدْقٍ وَاجْعَلْ ل۪ى مِنْ لَدُنْكَ سُلْطَانًا نَص۪يرًا﴿٠٨﴾

80. De ki: “Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla; çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla. Bana kendi katından yardıma mazhar olmuş bir güç ver.

وَقُلْ جَٓاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُۜ اِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا﴿١٨﴾

81. De ki: “Hak geldi, batıl zail oldu. Şüphesiz batıl zail olmağa mahkumdur.

{“Feth-i Mekke gününde, Kâbe ve etrafında, taşda rasasla mıhlanmış üç yüz altmış sanem vardı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm elinde kavse benzer bir değnekle o sanemlere birer birer işaret ederek,

جَٓاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُۜ اِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقً

deyip, hangisine işaret etti, yere düştü. Sanemin yüzüne işaret ettiyse arkasına düşer, arkasına işaret ettiyse yüz üstüne düşer, ve hâkezâ, sanemler yere yuvarlandılar.” (M., On Dokuzuncu Mektub, On Birinci İşaret, s.135. Ayrıca bk. BL., s.37; Mh., Birinci Makale, s.39)}


وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَٓاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِن۪ينَۙ وَلَا يَز۪يدُ الظَّالِم۪ينَ اِلَّا خَسَارًا﴿٢٨﴾

82. Biz, Kur’an’dan mü’minler için şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. O, zalimlerin (ise), ziyanından başka bir şeyi artırmaz.

{“Şu âyet-i azîme sarîhan Asr-ı Saadette nüzûl-ü Kur'ân'a baktığı gibi sair asırlara dahi mânâ-yı işârîsiyle bakar. Ve Kur'ân'ın semasından ilhâmî bir surette gelen şifadar nurlara işaret eder. İşte, doğrudan doğruya tabib-i kulûb olan Kur'ân-ı Hakîmin feyzinden ve ziyasından iktibas olunan Risaletü'n-Nur, benim çok tecrübelerimle umum mânevî dertlerime şifa olduğu gibi, Resâili'n-Nur şakirtleri dahi tecrübeleriyle beni tasdik ediyorlar. Demek Resâili'n-Nur bu âyetin bir mânâ-yı işârîsinde dahildir.” (Ş., Birinci Şua, Yirminci Âyet, s.706. Ayrıca bk. S., Üçüncü Söz, s.137; MN., Zühre, s.151-157)}

وَاِذَٓا اَنْعَمْنَا عَلَى اْلاِنْسَانِ اَعْرَضَ وَنَاٰ بِجَانِبِه۪ۚ وَاِذَا مَسَّهُ الشَّرُّ كَانَ يَؤُ۫سًا﴿٣٨﴾

83. İnsana nimet verdiğimiz zaman (şükürden) yüz çevirir ve yan çizer. Ona şer dokundu mu pek umutsuz olur.

قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلٰى شَاكِلَتِه۪ۜ فَرَبُّكُمْ اَعْلَمُ بِمَنْ هُوَ اَهْدٰى سَب۪يلاً﴿٤٨﴾

84. De ki: “Herkes kendi karakterine göre davranır. Rabbiniz kimin daha doğru yolda olduğunu pekiyi bilir."

وَيَسْئَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِۜ قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبّ۪ى وَمَٓا اُو۫ت۪يتُمْ مِنَ الْعِلْمِ اِلَّا قَل۪يلاً﴿٥٨﴾

85. Sana ruhtan sorarlar. De ki: “Ruh Rabbimin emrindendir. (O hususta size) ilimden pek az bir şey verilmiştir.

{“Bittecrübe, madde asıl değil ki, vücud ona münhasır kalsın ve tâbi olsun. Belki madde, bir mana ile kaimdir. İşte o mana, hayattır, ruhtur. Hem bilmüşahede madde, mahdum değil ki herşey ona irca’ edilsin. Belki hâdimdir, bir hakikatın tekemmülüne hizmet eder. O hakikat, hayattır. O hakikatın esası da ruhtur. Bilbedahe madde hâkim değil ki, ona müracaat edilsin, kemalât ondan istenilsin. Belki mahkûmdur, bir esasın hükmüne bakar, onun gösterdiği yollar ile hareket eder. İşte o esas; hayattır, ruhtur, şuurdur. Hem bizzarure madde lüb değil, esas değil, müstekar değil ki, işler ve kemalât ona takılsın, ona bina edilsin; belki yarılmağa, erimeğe, yırtılmağa müheyya bir kışırdır, bir kabuktur ve köpüktür ve bir surettir...”

“Hiç mümkün müdür ki: Şu maddiyat ve âlem-i şehadetteki mananın ve ruhun ve hayatın ve hakikatın şu hadsiz tereşşuhatı ve lemaat ve semeratının menabii, yalnız maddeye ve maddenin hareketine irca’ edilip izah edilsin. Hâşâ ve kat’â ve aslâ! Bu hadsiz tereşşuhat ve lemaat gösteriyor ki: Şu âlem-i maddiyat ve şehadet ise, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.” (S., Yirmi Dokuzuncu Söz, Birinci Maksad, Birinci Esas, s.509. Ayrıca bk. BL., Hulûsi Bey’e yazılmıştır, s.258)}


قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰٓى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لَا يَاْتُونَ بِمِثْلِه۪ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَه۪يرًا﴿٨٨﴾

88. De ki: “Andolsun, eğer insanlar ve cinler bu Kur’an’ın benzerini getirmek için toplansalar, birbirlerine yardımcı da olsalar, onun benzerini getirmezler.


Yükleniyor...